02 Mart 2020

Totaliter Bıyık


    
O gece itham edildiğim suçu hiç kimseye anlatamadım. Aslında günbatımından sonra şiddetli rüzgârların esir aldığı bu ücra mı ücra, deyim uygunsa uzak bir bozkıra fırlatılmış bu kasabadaki herkese anlattım da dönüp bakan bile olmadı. Ne yaparsın, ben de çok basit bir mantık yürüttüm. Ya suç diye anlattıklarım bir hayal ürünüydü, (gerçekdışı da denilebilir. Çünkü burada hayal kurmak hakikatlerden uzak düşmek olarak anlaşılırdı. Bu yüzden kimin yüzüne baksanız, hayal kurmanın gereksizliğinin haykırıldığını görürdünüz.) ya da benim dışımdaki herkes duyarsızdı. Belki de anlattıklarımda kimse olağandışı bir şey bulmuyordu. Bir kaderdi bu. Bütün kasaba da bu kadere çoktan boyun eğmişti. İnsan değiştirmek istediği bir şey için harekete geçerdi. Söz konusu kader olunca yaprak bile rüzgârın üfleyişiyle ortaya çıkacak salınışa direnirdi… Ama yaşadıklarımın içten içe merak edildiğini de hissediyordum. Aslında susarak beni konuşmaya kışkırtıyorlardı. Ben ise birkaç cümleyle etrafa saçtığım bu olayı, bir hikâye olarak anlatmaktan korkuyordum. Oysa görüldüğü üzere kendimi tutamadım. Öyle hikâyeler var ki, siz onun yakanızdaki ellerinden kurtulmaya çalıştıkça, o kendini anlattırmak için daha çok gözlerini karartır. Zaten benim derdim de anlatıp, üzerimdeki yükten, yakamdaki inatçı ellerden kurtulmaktır. Eğer anlatmak gibi bir icat olmasaydı, tımarhaneler de olmazdı. Çünkü herkesin çıldırdığı bir yerde, tımarhane inşa etmek kimsenin aklına gelmezdi. (Tımarhaneleri icat eden akıl da tımarhaneliktir de, başıma gelenleri bir an önce ortaya dökmek için sabırsızlığım durmadan beni dürttüğü için kısa kesmek zorundayım.) Aslında içim çelişkilerle tıka basa dolu. Anlattıklarımın kime ne yararı olacak? Bunu ben de bilmiyorum. Bilmediğim için de hikâye etmeye mecburum. Hiç kimse gerçeğin su katılmamış haliyle başa çıkamaz. Galiba hikâye etmek gerçeğin katı yüzünü bir parça yumuşatıp, katlanılır hale getiriyor.

Üzerinden sanırım çok uzun bir zaman geçmedi. Belki iki, belki de üç yıl. Rüzgârın pencerede uğuldadığı bir gece yarısıydı. Kafamı yastığa koyar koymaz uyumuşum. Başlangıçta her şey bulanıktı. Ardından olup bitenlerin rüya mı, gerçek mi olduğundan uzun bir süre emin olamadım.

Yattığım odanın kapısı önce yavaş sonra hızlıca çalındı. Gece yarısı her şey insanı ürpertir. Bir kadının öpüşü bile. Her neyse, odanın kapısı gıcırtıyla sonuna kadar açıldığında, göğsüme bir yumruk yemiş gibi oldum. Gıcırtıya bir karaltı eşlik etti. Sonra da ikincisi. Güz yağmurlarının eli kulağındaydı. Onun habercisi o şiddetli rüzgârı bile duyamaz oldum o an. O kısacık anda, o iki karaltıya dış kapıyı kimin açtığını düşünecek gibi oldum ama bir adım ötemde duran birinci karaltı düşüncemi tutup yere çaldı. Sesinin rahatlığı içimdeki ürpertiye adeta benzin döktü. Sonra da el fenerini gözlerime tuttu. Kör olsaydım daha iyiydi. Yoğun ışıktan başka bir şey göremez oldum.

-Bu odanın ışığı nerede?
Kapının orada dikilen ikinci karaltı, uzanıp elektrik düğmesine bastı. Adam hala el fenerini gözüme tutmaya devam ediyordu.
-Kimsiniz? Diyebildim titreyen sesimle.

Cevap bekleyecek bir umut da yoktu galiba içimde. Birinci karaltı el fenerini gözlerimden çekip söndürdü. Tepemizde yanan sarı ampule bile yabancılaştım bir an. Bu yüzden bu iki adamdan ‘karaltı’ diye söz etmeye devam edeceğim.

 -Kim olduğumuzu tahmin ettiğini düşünüyoruz.
Haklıydı. Kim oldukları apaçık ortadaydı.
-Yine de kanun gereği söyleyelim. Biz Toplum Güvenliği’nden geliyoruz.
Sesi giderek üzerimde yatıştırıcı bir etki bırakıyordu. Bunu o an düşünecek durumda değildim.

-Anlayacağın Polisiz.
Tebessüm eder gibi oldu ama sonra ne düşündüyse kendini toparladı. İkinci karaltı gelip başucuma dikilmişti:

-Hakkında dört ayrı ihbar var.
-Yani dört ayrı suç işlediğimi mi söylemek istiyorsunuz?
-Tek suç, dört ihbar, dedi birinci karaltı.
-Belki bir yanlışlık var memur bey, dedim, sesimdeki titremeyi gizlemeye çalışarak.
-Hiçbir yanlışlık yok. Tek bir yanlışlık varsa o da dünden beri suçun sana bildirilmemiş olmasıdır. Gerçi ihbarlardan sonra hakkında biraz araştırma yapıldı. O yüzden geciktik.
-Oysa ben bu akşam kahvehanede tam bir saat oturdum. Ne olduğunu bilmediğim suçumu, ben oradayken de gelip söyleyebilirdiniz. Gecenin bu vakti…
-Meraklanma, suçunu elbette söyleyeceğiz.
Yatağımda oturur halde olduğumu da unutmuştum o ara.
-Giy şu elbiselerini önce.

İkinci karaltı karyolamın ayaklarının dibindeki elbiselerimi uzattığında hiç de acelesi yokmuş gibi gözlerime baktı. Ama bakışları bütün ifadelerden arınmış haldeydi.

Elbiselerimi giyerken suçumu düşünüyordum. Kimse işlediği bir suçun yüzüne vurulmasını istemez. Oysa ben bana henüz tebliğ edilmemiş suçumu bilmek için sabırsızlanıyordum. Son iki günümü hızla gözlerimin önünden geçirmeye çalıştım. Zaman kazanmak için de elbiselerimi giymeyi ağırdan aldım. Şimdilik Polis demekten tuhaf biçimde çekindiğim bu iki karaltı, sanki bu niyetimi sezmiş gibi bakıyordu bana. Kuzey rüzgârı yer yer boyası dökülmüş, ahşabı eskimiş pencereyi şiddetle sarstığında kendime gelir gibi oldum. Adamlar sanki acıyarak bakıyorlardı bana. Ya da bir an bana öyle geldi. Üzerimde olduğunu sandığım dikkatlerini dağıtmak için,

 -Suçumu bilmek hakkım değil mi memur bey? diye inledim. Hem size de yazık. Gecenin bu saatinde kim sırf bir insana suçu bildirilecek diye sıcak yatağından kalkar?
-Yatağımızdan kalkıp geldiğimizi kim söyledi? İkimiz de nöbetçiydik. Hem Toplum Güvenliği sıcak yataktan daha önemlidir.
-Ödümü kopardınız. Bunun nesi Toplum Güvenliği’dir?
-Senin gibilerin aklı buna erseydi zaten zamanı geldiğinde yüzüne vuracağımız suçu işlemezdin, dedi birinci karaltı.

Sanki bir kâbustu her şey. Bitmek bilmiyordu.
Biraz da susmayı denedim. Pencereyi titreten rüzgâr sanki tepemizdeki sarı ampulü de sönmenin eşiğine taşıdı bir an.
-Yanına alacağın bir şey var mı?
 -Hiçbir şeyim yok. Götürecekseniz ben hazırım.

Çivideki ceketi sırtıma geçirdim, kapıya doğru yöneldim. Birinci karaltı ne düşündüğümü anlamış gibi,
-Suçunu söyleme yetkimiz yok bizim. Hem zaten biz de bilmiyoruz.

Dış kapı ardına kadar açıktı. Galiba kilidini sökerek içeri girmişlerdi. Dışarıya baktım. Gördüğüm karanlığın gündüzü doğuracağına inanmak o kadar zordu ki o an. Rüzgâr şiddetle avluya doluştu.

Karanlıkta bahçe kapısının önünde duran arabayı zor fark ettim. Kollarımdan itip beni arabaya bindirdiklerinde yatışmanın ötesinde, bir rahatlık duydum içimde. Belki onlar da suçumu bilmiyor diye düşündüm. Artık bunun pek de bir önemi yoktu. Götürdüklerinde nasılsa suçumu söyleyeceklerdi. Yol dediğin beş dakika sürmezdi. Yine de sabaha kadar beklerdim suçumu öğrenmek için. Böyle bir şey için kimsenin acelesi olmazdı. Sabahın köründe, sırf ben merak içinde kalmayayım diye de, seni filan suçtan gözlem altına aldık diyecek halleri yoktu. Günlerce hiçbir şey öğrenemeden orada tutulmak düşüncesi ürpermeme yetti o an.

Adamlardan biri direksiyona geçti, diğeri ise yanıma oturdu. Hareket etmeden bir süre bekledik. Arabanın ışıkları sönüktü. Karanlıkta ne kadar oturduk, bilmiyorum. Artık motoru çalıştırsaydı da gitseydik. Ama aceleleri yoktu anlaşılan. Ben ceketimi giyerken, sehpanın üstünde, cüzdanımın yanında duran kimliğimi bana sormadan almışlardı. Direksiyonda duran birinci karaltı el feneriyle şimdi kimliğime bakıyordu.

Sokak lambalarının gönülsüzce titreştiği iki sokaktan geçip, caddenin başındaki bir köşede durduk. Belki birazdan sabahın ilk ışıkları, karanlığın içinden başını doğrultmaya hazırlanacaktı.

Kollarıma girerek, önünden her geçtiğimde kalp atışlarımda düzensizliğe yol açan o tanıdık iki katlı binanın kapısından içeri soktular beni. Galiba benden başka kimse yoktu. Ne kadar da şanssız bir insanım diye geçirdim içimden.

Beklediğimin aksine, beni dosyalarla tıka basa dolu dolapların olduğu aydınlık bir odaya aldılar. Masada başını kollarının üstüne koyup uyuyan biri vardı. Soldaki bir kapı küçük olduğunu tahmin ettiğim başka bir odaya açılıyordu. Konuşmalar ve klavye seslerinin birbirine karıştığını duyunca, o kadar da şanssız olmadığımı düşündüm. Başkaları da vardı demek ki. İnsan çektiği acının başkalarınca da çekildiğini görünce teselli buluyordu demek ki.

Oturmam için bir sandalye gösterdiklerinde içimin utançla ezildiğini hissettim. Beni getiren her iki Polis de (artık ‘karaltı’ dememe gerek yok bundan sonra) bir anda gözden kaybolmuştu. Sanki suçumu ebediyen öğrenemeyeceğim diye kaygılanmaya başladım. Diğer odadan gelen seslere bir süre kulak kabarttım. Konuşulanların tek kelimesini bile anlamıyordum.

Sandalyemde kıvrandığımın farkına vardığım bir sırada, iri yarı bir adam geçip karşıma, masaya oturdu. Önünde kabarık bir dosya duruyordu. Dosyayı o zamana kadar fark etmediğime hayret ettim. Adamın elinde dosyayla gelmediğinden emindim çünkü. Kimliğim de dosyanın yanında duruyordu. Adam önce göz ucuyla şöyle bir baktı.
-Beni buraya getiren memurlarınız bana suçumun ne olduğunu hala söylemediler.-Sabredersen ben sana söyleyeceğim suçunu. Daha doğrusu suçunu sen seçeceksin.
-Ama bana sadece bir suçtan söz etti memurlarınız. Seçmek demekle bana birden fazla suçumun olduğunu mu söylemek istiyorsunuz?
-Biz buraya getirdiğimiz hiç kimsenin üstüne suç yapıştırmayız. Herkes suçunu kendi seçer. M. Kurban sen misin?
-Benim.
Bir gözü kimlikte, diğeri bendeydi.
-Ne zaman çektirdin bu fotoğrafı peki?
Kuşkuyla beni süzdü.
-Kimliğin verildiği gün.
-O kadarını ben de biliyorum elbette. Yazar burada. Ama bizim için senin vereceğin cevap önemli.
-Ben aslında sizin her şeyi bildiğinizi sanıyorum.

Sesimde sanki bir alay varmış gibi gizlemeye pek de gerek duymadığı bir öfkeyle baktı bana. Ardından dosyanın kapağını kaldırıp mırıldanır gibi konuşmaya başladı.

-M. Kurban. Sabıkasız. Ama birçok kez gözlem altına alınmıştır. Şimdiye kadar hüküm giymemesi idarenin hoş görüsünün bir sonucudur. Şahıs, yerel bir gazetenin güya muhabiridir. Arada bir yazdığı köşe yazılarının da sözde makale olduğu tespit edilmiştir. Medeni durumuna gelince; M. Kurban adlı kişi iki yıl evli kaldığı karısından birkaç ay önce bilinmeyen bir sebeple ayrılmıştır. Toplum Güvenliği’mizin gözlemlerine göre, bu süre zarfında kimseyle görünmemek için sanki özel bir çaba harcamıştır…
-Bana artık suçumu söyleseniz de evime gitsem.
Masanın en üst gözünden bir dosya çıkarıp, hızlıca göz atmaya başladı.
-Sana on beş dakikalık bir süre. Al bu dosyayı.
Benden ne istediğini anlamadığımı görünce devam etti.
-Bu dosya bir suç listesidir. Bu listeden kendine uygun bulduğun bir suç seçeceksin. Hangisini seçeceğin tamamen sana kalmış. Her ağzını açan, bizim kişi hürriyetine sınır koyduğumuzu bir marifet gibi tekrarlayıp durur. Oysa bunun gerçeği yansıtmadığını kendi gözlerinle göreceksin. Kendi suçunu seçme özgürlüğü bizim en parlak icadımızdır.

Konuşmak sanki gereksizdi. Ben de konuşmadım zaten. Uzattığı dosyayı doğallıkla aldım, alır almaz da sayfalarını karıştırmaya başladım.
-Ben tuvaletten dönünceye kadar karar vermiş olmalısın.

Gözlerimin karardığını belli etmeden sayfaları rastgele karıştırmaya devam ettim. Yazılara bakmıyordum bile. Adam kalkıp gidince bir ferahlık hissettim içimde. Sayfaların hepsi daktiloyla yazılmıştı. Sözünü ettiği suçların maddeler halinde yazıldığı sayfalar bir anda ilgimi canlandırınca, dikkatlice okumaya başladım.

“Suçun oluştuğu muhtelif hallerden bazıları: Yetkili kimseler temaslarda bulunurken, onları asık suratla süzmek, tebessüm etmekten kaçınmak, bir kötü niyet ve saygısızlığın ötesinde suçtur. Yetkili kimsenin hangi takımı tuttuğunu bile bile, karşıt bir takım lehine alenen tezahüratta bulunmak hüküm giymek için yeterlidir. Hükmün ne olacağı mahkemelerin keyfine bırakılmıştır. Basında yetkili kimselerin gözünün üstünde kaşı olduğu sıkça yazılıp çizilen bir husus olduğu herkesin malumudur. Kaşla gözle vaktini harcayan bir basının, yetkili kimselerin sözlerini aktarmayı ihmal edeceği aşikârdır. Borazanlık görevini her ne sebeple olursa olsun unutmak suçtur…”

Dosyayı okumamı isteyen iri yarı Polisin tepemde dikildiğini fark edince kendime geldim.
-Seçtin mi suçunu? On beş dakika çoktan doldu. İstersen süreyi beş dakika uzatayım.
-İstemem, dedim. Burada bana göre bir suç yok.
-İyi düşündün mü peki?
Bir an kararsızlığa düştüm. Bir tercihte bulunmadığım sürece, beni burada tutmaya devam edeceklerdi.
-Peki, tekrar bir bakayım, dedim, çaresizliğimi gizlemeye çalışarak.
-Ben yeniden tuvalete gidiyorum.

Yüzüne baktım. Hiç de alaycı görünmüyordu sandığımın aksine. Bir kez daha eğildim dosyaya. Sinirlerim yatıştıkça uyku gözlerimi ağırlaştırıyordu. Listenin sonundaki bir madde dikkatimi çekti. Belki de imdadıma yetişecek bir şeye duyduğum ihtiyaçtan orada durdum.

“Kasabanın birinci dereceden yetkilisinin attan düştüğünü, kel veya bodur olduğunu yahut ishal olduğunu, sadece yazılı veya görsel basında yazmak değil, duvar diplerinde, ya da kahvehane köşelerinde sohbet veya alay konusu yapmak da, mahkemelerimizin hapis cezasına hükmetmesi için yeterli sebeplerdir.”

Bu suç maddesi nedense bana bir kurtarıcı gibi geldi.
-Demek hala karar veremedin?
Yanı başımda bir hayalet gibi bitmesini fark etmemiştim bile. Hiç bocalamadan cevap verdim.
-Ben ‘yetkilinin ishal olduğunu konuşmak ve yaymak’ suçunu seçiyorum, diyerek, başparmağımla suçun tarif edildiği paragrafı gösterdim. Adam bir süre düşündükten sonra:

- Emin misin? diye sordu.
Aslında önüme konulan suçlardan hangisini kabul edeceğimin bir anlamı yoktu.
-Eminim. Gerçi fark etmez. Nasılsa kendime göre bir hayat bile seçemedim.
-Mutlu görünmemek de suçtur.
-Seçtiğim suçu kabul ettiniz mi? Dedim, bu tartışmaya bir son vermek için.
-Tercihte bulunduğuna göre, bizimle işin kalmıyor demektir. Bundan sonrası mahkemeyi ilgilendirir. Sana en az dört şahit lazım mahkemede. Onu merak etme sen. Toplum Güvenliği olarak, üzerine suç giydirdiğimiz hiç kimseyi şahitsiz bırakmayız.

Geceden bu yana yaşadıklarımın gerçek dışılığını kabullendiğime hayret ettim. Belki şahitlerim beni bu saçma durumdan kurtarır diye geçirdim içimden.
-Şimdi serbestsin. Evine gidebilirsin. Şurayı imzala!

Önüme koyduğu kâğıdı hangi duyguyla imzaladığımı bilmiyordum. Serbest olduğuma bir türlü inanamıyordum.
-Yani evime gidebilir miyim?
-Gidebilirsin. Duruşma günü sana bildirilecektir.

Dışarı çıktığımda bir boşluğa düşüyormuşum gibi bir duygu kanatlandı içimde. Belki de birkaç adım yürüdükten sonra güçlü bir el koluma yapışıp beni geri çevirecekti. İşte, bir yanlışlık oldu, işlemleriniz henüz bitmedi, sizi bir süre daha alıkoymak zorundayız, diyeceklermiş gibi ürperiyordum. Caddeyi bitirip ara bir sokağa girdiğimde derin bir nefes aldım. Dönüp arkama baktım. Kimse yoktu. Karanlığın da can çekiştiği bir zamandı. Tuzaktan kurtulmuş yabani bir hayvan gibi koşmaya başladım.

Gözlerimi odanın zifiri karanlığına açtığımda, rüzgâr tıpkı rüyamdaki gibi pencereyi şiddetle sarsıyordu. Göğsüm deli gibi çarpıyordu. Alnım, ensem ter içindeydi. Bir süre sonra rüyamın bir kehanet gibi doğru çıkacağı aklımın ucundan bile geçmemişti. Karanlıkta, hiçbir şey yapmadan yatağımda oturup, sırtımı duvara dayadım. Göğüs kafesim bir süre sonra yatışınca, üzerime örttüğüm nevresimle terimi sildim. Boğazım çöl gibiydi. Derken, kapının çalındığını duydum. Perdeyi aralayıp, dış kapıdan yana bakmaya çalıştım. Kapının önündeki basamakta iki kişi duruyordu.

Hole geçip kim olduklarını sordum. Kim oldukları da o kadar belliydi ki!
-Aç kapıyı. Hakkındaki bir ihbarı bildirmeye geldik. Polis!
Ben zifiri karanlığa uyanmıştım ama aslında sabah olmuştu. Elimde olmadan kapıyı açmıştım.
-Neden bu kadar geç açtın kapıyı? dedi öndeki Polis.
-Siz olduğunuzdan emin olamadım. Yoksa başka bir sebebi yok, dedim.
-Bizimle şubeye kadar geleceksin.
-Sebebini sorsam memur bey? Şubeye götürülmemi gerektirecek ne var acaba?
-Devlet büyüklerimizden birinin bıyığına gülmüşsün!
-Demek suçum bu!
-Şahitler var. Gidelim. Fazlası bizi ilgilendirmiyor. Mahkemeye çıkarılacaksın.
İtiraz etmek faydasızdı.
-Ceketimi almama izniniz var mı? Diye sordum.
-Alabilirsin.
   
Şubede birkaç saat tutulduktan sonra, aynı gün mahkemeye çıkarıldım. Duruşma salonunun önü insan kalabalığından geçilmiyordu. Ve aynı gün benimle aynı suçtan yüz on altı kişinin daha yargılandığını öğrendim.

Mahkeme tutuksuz yargılamak üzere serbest bıraktı beni. Çok kısa zamanda iki kez serbest bırakılmıştım. İlki rüyaydı, ikincisi gerçek hayat.

O günden sonra sokakta bıyıklı kime rastladıysam, durdurup ardı arkası gelmeyen iltifatlarda bulunmayı bir alışkanlık haline getirdim. Oysa daha ikinci duruşmada tam yüzonyedi kişi bıyık yüzünden hüküm giymekten kurtulamamıştı. Tahmin edeceğiniz gibi onlardan biri de bendim. Yalnız hüküm giymeme sebep olan sayın yetkilinin bıyığına ne zaman nerede güldüğüm konusu bütün çabalarıma rağmen, bugüne kadar bir türlü açıklığa kavuşmadı.

Mehmet Taşdemir

Yorumlayın Paylaşın :)

Paylaşan: verified_user

0 Post a Comment: