Can Damarı Sanat Olan Şehir
“Bak yeğenim, bu şehrin can damarı sanattır. Siz yetenekli gençler de o can damarı besleyen damarlar olacaksınız.”
Bir sanat âşığına, sevgili Haydar Çetinkaya’ya ait bu söz. Kendisi hatırlar mı bilmem ama Ardahan Belediyesi Zabıta Müdürüyken, odasında, çizdiğim çizgi romanlara bakarken söylemişti bunu. Önüme, ta o zamanlar (1968) yayınlanan Ardahan Kültürü adlı dergiyi de bırakmıştı, okumamı isteyerek. Sonra da önüme düşüp bana çizim malzemeleri almaya koşturmuştu.
Bu söz, çok hoşuma gitmiş ve eve döndüğümde bana verdiği derginin künye sayfasına not etmiştim. Ama hoşuma gitmesi, ne onun şehre ilişkin değerlendirmesiydi ne de sanata ve sanatçıya duyduğu bitmez tükenmez sevgisiydi. Hoşuma gitmesinin tek nedeni, beni övmesiydi. Çünkü sanata eğilimli bir genç için söylenebilecek en güzel sözü söylemişti bana sevgili Haydar amca. Gururumu okşamıştı.
Onun aslında ne demek istediğini, o konuşmanın sonrasında tanık olduğum/ yaşadığım bir dizi olayla anlayacaktım.
Örneğin, bir akşam babamın isteği üzerine, Karabey amcanın lokantasında ezberden ve tiyatral hareketlerle okuduğum Edgar Allan Poe’nun “Annabel Lee” şiiriyle anlayacaktım, memleketimin can damarının sanat olduğunu... Tıka basa dolu, kafaların dumanlı olduğu ve her kafadan bir sesin çıktığı lokantada, ben şiiri okumaya başladığım anda ses kesildi. Çıt çıkmıyordu koca lokantadan. Dikkatimi dağıtır diye çatal kaşık bile kımıldamıyordu masaların üzerinde. Herkes gözünü bana dikiyordu. Pürdikkat, sonuna kadar şiiri dinliyor, sonunda da yürekten alkışlıyor ve bir tane daha okumamı istiyordu. Bir içkili lokantada yaşanıyordu bu olay, düşünün...
Sonra, lisede çıkardığımız duvar gazetesinin önünde izdiham yaşandığını gördüğümde anladım Haydar amcanın cümlesindeki anlamı. Otuz yıllık öğretmenliğim sırasında bile tanık olmadığım bir şeye tanık oluyordum, Ardahan Lisesi’nin giriş koridorunda. Biz duvar gazetesini değiştirir değiştirmez önü öğrenci kalabalığıyla doluyor, arkadaşlarımız yazıları okuyabilmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Şaşılacak bir şeydi bu. Kıvanç vericiydi. Bu nedenle biz de hızımızı alamayıp duvar gazetesine ek olarak, biyoloji öğretmenimizin önderliğinde, teksirle çoğalttığımız ve adını Uzam koyduğumuz bir matbu dergi çıkarmaya girişiyorduk. Ve o dergi de daha mürekkebi kurumadan tüketiliyor, bizden, yeni sayıyı çıkarmak için acele etmemiz isteniyordu. Bu nasıl bir okuma tutkusuydu, aklım almıyordu.
Ve bu tutkunun verdiği cesaretle ben, o zamanlar Ardahan’ın iki yerel gazetesi olan 23 Şubat ve Serhat Ardahan gazetelerinde minik öyküler yazmaya başlıyordum, belki okunur umuduyla. Okunduğunu, TÖB-DER’de öğretmenler arasında tartışıldığını işitiyordum edebiyat öğretmenim sevgili Cavit Öztürk’ten, memleketime olan sevgim aşka dönüşerek. Babamın dostlarına, “İşte o öyküleri bu oğlum yazıyor,” diye övünerek beni göstermesine tanık oluyordum. Demek ki insanlar okuyorlar ve takdir ediyorlardı. Artık Ardahan’ı sevmekle de kalmıyor, Ardahanlı olmaktan gurur duyuyordum.
Hele sevgili öğretmenimiz Nezettin Akkuzu’nun yönettiği Gogol’ün beş perdelik “Müfettiş” adlı eserinin -yanlış okumadınız, tam beş perdelik bir oyundu ve üç buçuk saat sürüyordu- Yeni Sinema sahnesinde sergilediğimizdeki yoğun ilgi... Aman Tanrım! Koca sinema salonu, tıklım tıklım dolmuştu. İnsanlar oturacak koltuk bulamamış yerlere, basamaklara oturarak izlemişlerdi, bu beş perdelik uzun oyunu. Hem de hiç sıkılmadan. Büyük bir keyifle. Avuçları çatlarcasına alkışlayarak. Ertesi gün de bana her rastlayan, oynadığım rol nedeniyle, “Kaymakam Bey nasılsın?” demeye başlamıştı.
Ardahan’da tiyatroya öyle yoğun bir ilgi vardı ki, ertesi yıl Tugay Sineması’nda sergilediğimiz ve yine iğne atılsa yere düşmeyecek dolulukta, Cevat Fehmi Başkut’un “Sana Rey Veriyorum” oyunuyla, bu kez de adım “Doktor Bey”e dönüşüyordu. Liseden mezun olduğum yıl, yine Nezettin öğretmenimizin sahnelediği Güngör Dilmen Kalyoncu’nun “Kurban” adlı eseri de büyük ses getiriyordu.
Sadece bu kadar mı?
Elbette hayır. O yıllarda, Ardahan’da beş kitapçı vardı Ve başta varlığıyla gurur duyduğumuz Dursun Akçam, Ümit Kaftancıoğlu ve sevgili öğretmenimiz Mustafa Balel’in kitapları olmak üzere harıl harıl kitap satılıyor, okunuyordu. Benim gibi birçok genç arkadaşım harçlıklarımızı kitaplara yatırıyor, paramız olmadığında da kitap okuma karşılığında bu kitap dükkânlarını süpürüp temizliyorduk.
İşte o zaman çok iyi anladım, Haydar amcanın ne demek istediğini.
Evet, bu şehrin, Ardahan’ın can damarı gerçekten de sanattı. Ardahan halkı, sanatı benimsemiş, içselleştirmiş, iç içe geçmişti. Sanata benim tahminimden de çok yatkındı, iç içeydi. Öyleyse Ardahan halkına ulaşan en görkemli yol da sanattı. Derdin neyse, sanat yoluyla herkese kolayca anlatabilirdin.
Haydar amca ve daha sonra Halk Kütüphanesi Müdürü Nurettin Aslan öğretmenimin –beni yazmaya yöneltenlerden biri de odur, ışıklarda uyusun- sayesinde bunu anlamış ve kendime amaç edinmiştim. Liseyi bitirdikten sonra yaşadığım bir buçuk yıllık İstanbul serüvenim sırasında, Avrupa Production Cervice’te çizgi roman ressamlığı ve Mehmet Gökçen’in kurup Gökçen Savaş’ın yönettiği Çemberlitaş Kabare Tiyatrosu’nda oyunculuk yapmamın altında da bu amaç vardı. Hatta lisenin fen bölümünü bitirmeme karşın yüksek öğrenimde edebiyatı seçmemin altında da...
İstanbul serüvenimi tamamlayıp Ardahan’a döndüğümde de aklımda hep bu vardı. Sevgili Haydar amca yanılmıyordu. Sözündeki doğruluğu deneyimlerimle görmüştüm. Eh, İstanbul’da istediğim altyapıyı da (kendimce) oluşturmuştum. Öyleyse zaman yitirmeden bu yolda bir şeyler yapmalıydım, yapmalıydık.
Önce, bir grup arkadaşla bir tiyatro grubu kurmaya çalıştık. Olmadı. Çünkü heyecanımız vardı ama bunun için gereken donanımımız yoktu. Peki, vaz mı geçtik? Hayır. Yüksek öğrenimimiz sırasında da bu amacı demleyip durduk içimizde. Ardahan gibi can damarı sanat olan bir şehir vardı. Ve bizim gibi, sanata eğilimli birçok genç arkadaşımız vardı. Öyleyse bir şeyler yapmalı, bu güzel şehri yeniden can damarıyla buluşturmalıydık.
İşte tam da politik bilinçlenmenin yaşandığı, memleketimizde bir şeyler yapmamız gerektiğini tartıştığımız Atatürk Üniversitesi Öğrenci Yurdu’nun 1. Blokundaki ünlü 58 numarada ortaya çıktı çözüm. Erzurum’da kurduğumuz gibi, Ardahan’da bir dernek kuracak ve o derneğin çatısı altında gerçekleştirecektik kültürel etkinliklerimizi (1974).
O yaz, Ardahan’a döner dönmez, bir yandan Ardahan Kültür Derneği’ni kurma girişimimizi başlatırken, bir yandan da Orhan Kemal’in “72. Koğuş” adlı ünlü oyununu çalışmaya başladık. Oyunumuzu kısa sürede hazırladık ama derneğimizin kuruluşu geciktikçe gecikiyordu. Oyunumuzu sahneye taşımak için kıvranıp duruyorduk. Tam umudumuzu kesmek üzereydik ki TÖB-DER yönetimi, her zaman olduğu gibi bir kez daha elini bize uzattı. Oyunu onlar adına oynayacaktık ve oyunun geliri de Kıbrıs Barış Harekâtı’na bağışlanacaktı. Hemen kabul ettik. Ancak oyun, yer sıkıntısı nedeniyle Yatılı Bölge Okulu’nda sahnelenecekti. Ardahanlı olanlar bilir, okul, o zaman şehir merkezine oldukça uzakta, Kars yolunun üzerindeydi. E, o zaman herkesin otomobili yoktu. Belediye otobüsleri yoktu. İnsanların gelip burada oyun izlemesi olanaksızdı.
Ama boşuna endişelenmişiz. Olanaksız sandığımız şey oldu. Yenimahalle’den, ta Ardahan’ın diğer ucu olan Halilefendi’den, Karagöl’den, Kaptanpaşa’dan, hatta Yaylacık’tan, Kirman’dan, Cincirop’tan, Gölebert’ten, Ölçek’ten ve adını burada sayamayacağım birçok yakın köyden insanlarımız gelip bölge okulunun salonunu doldurdular. Hele oyunumuzun son provasını izleyen Ankara Birlik Tiyatrosu yetkilisinin söylediği, “Arkadaşlar, bu kadar yetenekli sanatçıyı nasıl bir araya getirdiniz? Biz Ankara gibi yerde getirmekte zorlanıyoruz da...” sözü, hâlâ kulaklarımda. Onun yanıtını da Haydar amcanın sözünden esinlenerek ben vermiştim: “Tarlamız çok bereketli... Bu şehrin can damarı sanattır ve biz de onu besleyen kılcal damarlardan bazılarıyız.”
Derneğimizin kuruluşu biraz gecikse de gerçekleşti. Sonraki tüm etkinliklerimizi derneğimizin çatısı altında gerçekleştirdik. Hemen ertesi yıl, İsmet Küntay’ın “403. Kilometre” adlı oyununu Şengün Sineması’nda; sonraki yıl da aynı yazarın “Alpagut Olayı”nı Yeni Sinema’da sahneledik. Ardından, Haşmet Zeybek’in “Düğün ya da Davul”u geldi. Onu, Ömer Polat’ın “Aladağlı Mıho”su izledi. Ve hepsi de dolu, dopdolu salonlara oynandı. Üstelik sadece Ardahan merkezde de değil... Göle’de, Hanak’ta, Çıldır’da, Posof’ta, Susuz’da, Hoçuvan’da ve Panik vb. Köylerde de oyunlarımız ve biz sevgili halkımızla kucaklaşıyorduk.
Bizden sonra da sürdü bu sanat- halk iç içeliği...
Gururla izliyorum: Hâlâ da sürüyor. O bereketli tarla, hâlâ üretmeye devam ediyor. Dursun Akçam Kültürevi, ardı ardına sanatsal etkinlikler düzenliyor. Çevremiz, Ardahan’ın yetiştirdiği yazar, çizer, şair, tiyatrocu, müzisyen, heykeltıraş, sinemacı ve bilim insanlarıyla çevrili... Ve güzel Ardahan halkı, belediye başkanlığını da bir sanatçıya teslim etmiş şimdilerde.
Bundan daha güzel, daha gurur verici ne olabilir ki?
Bizim kuşak ve sonrasıydı benim anlattığım. Bizden öncesi de var kuşkusuz ve oldukça derin, oldukça anlamlı. Umarım sanat tarihçilerimiz en yakın zamanda hepsini açığa çıkarırlar da memleketimizle gururlanmakta ne kadar haklı olduğumuzu bize belgeleriyle gösterirler.
Çok yaşa, can damarı sanat olan şehir!
Çok yaşa, sanat damarlarından biri olmakla övündüğüm güzel ve özel memleketim!
Çok yaşayın, ruhu ve bilinci aydınlık insanlar!
Erdal Çakıcıoğlu
* İsmet Küntay’ın “Alpagut Olayı” adlı oyunundan Erdal Çakıcıoğlu ve arkadaşları-Ardahan
0 Post a Comment: