02 Mart 2020

Karıncalar



"Düş kurmak tehlikelidir iyi ve güzel şeyler üstüne
Düş kurmamak ölmektir ihanettir umuda"


Bir şiirimde kullandığım birbirini izleyen bu iki dize, umudu diri tutan insanların en zor anlarında bile yaşama bir yerden tutunma biçimidir. “Artık her şey bitti, bir halt olmaz bu yaşamdan” dediğin anda bile uzat elini, tutunacağın bir yer vardır mutlaka. Yeter ki umudu diri tutmasını bil. Umudu diri tutmasını bildiğin zaman göreceksin ki her şey bitmemiştir daha. Karanlık ne denli koyu olursa olsun, şafak hemen kıyısındadır onun. Güneş en güçlü adımlarla dövmektedir karanlığın bağrını. Sabah onun saçlarına sarınıp doğacaktır insanlığın üstüne. Örsle çekiç arasında kıvılcım olanların sabahıdır o sabah. Yeter ki o kızgın çeliğe Kawa’nın öz suyunu vermesini bil.

Umudu diri tutan tüm insanlar gibi bende düş kurarım kuşkusuz. Hem de olmasını istediğim en güzel şeyler üstüne. Düş kurma zamanları bilincin en diri olduğu zamanlardır. Bu anlamıyla düş kurmak aktif bir beyin eylemidir. Ama düş görmek başka bir şey. İnsan daha çok uyku anlarında, bilincin en zayıf olduğu anlarda düş görür. Düş görmek bir bilinçaltı eylemidir. Çok istediğin ama henüz gerçekleşmeyen bir isteğinin, bir umudunun, bilincin en zayıf olduğu anda gerçekleştiğini görmek gibi bir şey. Eğer gerçekleşmesini istediğin şeyler düşlerine bile yansıyorsa, umut hala çok diri, orada hala çok şey var demektir.

Ben oldum olası düş görmem aslında. Nedendir bilmem ama, düş gördüğümde de tehlikeli düşler görürüm hep. Kanatlarıyla geceyi maviye boyayan uçurum kartalları görürüm mesela... Gökyüzünde sarmaş dolaş yuvarlanan bulutların rüzgârın ritmiyle şarkılar söylediklerini. İnadına hep özgürlük şarkıları olur bu şarkılar, her dilden özgürlük şarkıları. Sonra dizginsiz yılkı taylarının yelelerine tutunup şafağa koşan genç kadınlar, delikanlılar görürüm. Kış ortasında ağaçların çiçeklendiğini görürüm bazen, bazen yeşeren zeytin dalları arasında kumrular sevişirken ağaçların ışıklandığını... Bozkırları kendi renklerine boyayan Faqiye Teyran’ın kuşlarını görürüm mesela, kimi masmavi alev topu, kimi rüzgâr kanatlı... Bir bakarım akreple dans eden kelebekler gözlerimin önünde, bir bakarım kelebeklerin. Rengine dönmüş dünya. Bir başka düşte bir avcının yaralı bir ceylanı kovalarken kendi tuzağına düşüp sakatlandığını... Laç deresinde uyanırım bir sabah, bir bakarım vadi boydan boya kan çiçekleri. Uyanırım ki bir sabah Ermeni. Komşularımızla halaya durmuşuz kol kola, sokaklarda çelik çomak oynuyorlar Ermeni çocuklarıyla bizim çocuklarımız. Bir de çocukları görürüm sık sık, yıldızları kesip kesip sayısız kuşlar yapıp uçuruyorlar gökyüzüne. Bir bakarım ki bütün namluların ucunda karanfil, bütün bayraklar beyaz. Ve sevgililer görürüm yanı başımda, inadına sevişip koklaşıyorlar, altlarında bulut kümeleri üstlerinde mehtap. Bir de seni görürüm sevgili, kollarımdasın, açsın, sevilmeye, sarılmaya muhtaçsın. Düş biter, mutlu, yorgun uyanırım sabaha.

Ne bileyim, hep böyle tehlikeli, böyle olmadık düşler görürüm işte...

Dün gece böyle tehlikeli bir düş gördüm gene. Canım sıkkındı biraz, ondan mı bilmiyorum. Ya da ne bileyim belki de tanık olduğum bir olay (evet tam da bu sanıyorum) esinledi beni. Her neyse, gene böyle tehlikeli, böyle delice bir düşle boğuştum gece boyu.

Cüsseli bir fil vardı orta yerde. Üstünde de, uzun bacakları nerdeyse filin karın altlarına sarkan kılıksız bir bedevi. Sanırsın ki ordusuyla Roma’yı fethe çıkan Kartacalı Annibal, sanırsın ki yürüdüğü yer Roma, aştığı Alp dağları.

Fil öyle böyle bir fil değil ama. Hayvan azmanı bir şey. Kim bilir kaç tonluk cüssesi, bi huup dese bir insanı içine alacak denli kocaman hortumu, uzunlukları metreyi aşan sivri keskin dişleri, salladıkça fırtınalar yaratan pervane gibi kulakları, bastığı yeri ezip gömen kocaman, dehşetli, korkunç dört ayağıyla kocaman, koskocaman bir fil işte. Ve o filin, o dehşetli iri ayaklarının altında ezilip dağılan karınca yuvaları ve o yuvaların, yuvalarının çevresinde koşuşturup duran binlerce, on binlerce karınca... Şu ufacık, şu mini minnacık karıncalar işte...

Şu inatçı, şu asi kızıl karıncalar...

Ortada bir fil, üstünde de o kılıksız bedeviyi görünce, burası Afrika mı acaba diye düşünüyorum. Ama hayır. Afrika’ ya benzemiyor burası. Safari filmlerinde izlediğim, onca hayvanın iç içe yaşadığı, derin ormanları, geniş otlak alanları olan Afrika’ya hiç benzemiyor. Dünya’nın orta yerinde, küçücük, binlerce tür çiçeğin, kuşların, renk renk kelebeklerin, güllerin, servilerin, zeytin ağaçlarının bir arada yaşadığı yemyeşil, avuç içi kadar bir yer burası. Ama daha çok ta zeytin ağaçlarının ve şu inatçı, asi kızıl karıncaların yurdu. Bir yandan Toroslar meltemini üflüyor üzerine, öbür yandan Akdeniz almış ta kucağına sarıp sarmalıyor sıcaklığıyla. Sanki şu bizim Torosların eteğinden bir vadiyi avuçlayıp koymuşsun oraya. Sanki Akdeniz’ in alnına yaslanmış martı Jonathan’ ın yuvası.

 “Aman Allah’ım!” diyorum kendi kendime.  “Bu fil nereden düştü buraya, bu bedevi de neyin nesi?” Belki şu sirklerdeki gösteri mankeni, uysal bir fildir hani. Üstündeki bedevi de onun terbiyecisi diye düşünüyorum bir an. Ama ne gezer. Fil saldırgan mı saldırgan, vahşi mi vahşi. Sanki Timur’un fillerinden biri semirmiş de tarihi gelmiş bu güne. Tepinip tepinip duruyor yerinde. Dört açmışta o korkunç gözlerini, sırtındaki bedevinin komutunu bekliyor. O kocaman cüssesiyle yerinde duracak gibi değil. İpe sapa gelmez, yabani, saldırgan, hani hayvanların dilinde de kullanılır mı bilmiyorum ama deyimin tam anlamıyla cehennemden fırlayıp çıkmış zebani, barbar bir fil işte. Sırtındaki bedeviye çok bağlı. Onun topuk darbeleriyle ilerliyor, o nereye saldır dese oraya saldırıyor. Onun işaretiyle dört bir yana çeviriyor kendini... “Burası benim otlama alanım değil, şurada ceylanlar yaşıyor, şurada kelebekler, şurası ağaç kuşlarının yuvasıdır, şu selvidir, şu zeytin, ayaklarımın altında ezip gömdüğüm karıncaların evidir.” diye dinlediği yok. Tam cüssesine uygun bir saldırganlıkla ağaçlara tosluyor, dişlerini saplıyor, kocaman hortumunu sallayıp sallayıp vuruyor, kulaklarıyla kasırgalar yaratıyor, o kocaman, dehşetli ayaklarıyla bastığı yeri ezip gömüyor. Karınca yuvalarını dağıtıyor, başlarına yıkıyor. Bir savaş, bir yıkım yaşanıyor hayvanlar aleminde.

İzleyeni de çok bu yıkımın yağmanın. Çakallar, tilkiler, kurtlar, leş kargaları. Bir de şu sarı karıncalar. Çakallar hırlıyor, eşeleniyor, tilkiler pusuda, kurtlar uluyor, dalıp dalıp havalanıyor leş kargaları.

En kalabalık izleyicilerde şu sarı karıncalar. Onlarda şu kızıl karıncalar gibi karınca aslında. Onlarda yer altında yapıyorlar yuvalarını. Onlarda çalışıp didiniyorlar kızıl karıncalar gibi. Onlarda minnacık bacakları üstünde taşıyorlar yiyeceklerini. O fil bastığında onlarında yuvalarını gömüyor başlarına. Onlarında ekmeğini suyunu hortumluyor. Bu fil onlarında düşmanı ama onlar bunu bilmiyor. O barbar filin üstündeki o kılıksız bedevi sanki tanrısal bir efsunla üflemiş de, büyülemiş onları. Canlarını dişlerine takmışlar, o filin peşinden koşuyorlar. Önüne yatıyorlar, kendilerini çamura, çukura atıyorlar. Pavlov’ un köpeklerini kıskandıracak bir uyumla kalkıyorlar bacaklarının üstüne, gözleri bedevide, o ne yana üflese o yana dönüyorlar. Bedevi’ yi alkışlıyorlar, onun her talimatıyla incecik bacaklarının üstüne kalkıyorlar, selama duruyorlar, oynuyorlar, zıplıyorlar, seviniyorlar.

Ne var ki, filin, sırtındaki Bedevi’nin, çakalların, tilkilerin, kurtların keyfini bozan bir şeyler var ortada.

“Allah, Allah!” diyorum kendi kendime. "Ne olabilir ki bunların keyfini bozan şey?" Pür dikkat bakıp anlamaya çalışıyorum. Sanki Akdeniz’in ortasında dipten gelen bir dalga Annibal’ın gemisini kayalara çarpacak. Biraz daha dikkatle bakıyorum. Bir şeyler fark ediyorum ama gözlerime inanamıyorum. Belki düş halidir, belki gözlerim yanıltıyor beni diye dört açıyorum gözlerimi ve iyice dikkat kesiliyorum.

Aman Allahım, gözlerime inanamıyorum. Karıncalar! Nasıl?! İtiraf edin, siz de şaşırdınız, değil mi?

Evet. Şaka değil bu. O cehennem azmanı filin, üstündeki o kılıksız bedevinin, çakalların, tilkilerin, kurtların keyfini bozan, hem de fena halde bozan şu bildiğimiz karıncalar. Hani şu inatçı, şu asi, şu kızıl karıncalar. Hani binlercesini toplasanız belki de bir avuç ayasını dolduramayacak şu minnacık karıncalar. O hayvan azmanı filin, üstündeki o kılıksız bedevinin, onca çakalın, tilkinin, kurdun keyfini nasıl bozabilir ki diye düşünüyor olabilirsiniz. Kızıl karıncalar gibi çalışkan, emekçi bir sosyal topluluğun yuvalarını dağıtacak kadar vicdanlarınız tükenmişse anlayamazsınız belki. Ya da “Aman sen de, umurumda mı benim!” diye gözlerinizi kapatabilirsiniz. Eğer öyleyse o karıncaları gerçekten tanımıyorsunuz demektir. Ama bir kez dürtün kendinizi, sadece bir kez. O zaman binlerce kardelen göreceksiniz dağ doruklarında. Her bir karıncanın inatçı birer kardelen olduğunu göreceksiniz. Karanlığın her yerinden yırtıldığını, güneşin kızıl saçlarıyla o karıncaları sarıp sarmaladığını göreceksiniz. Ve o karıncaların baharı müjdeleyen birer ateş topu gibi ışıldadıklarını. Yarasalarda ışıktan korkar bilirsiniz ama güneş her zaman yırtıp karanlığı doğar üstümüze. Bunu bi anlayabilirsek, o zaman anlarız karıncaların inadını gücünü.

Karıncaları bilirsiniz. Bilmeyen, tanımayan yoktur herhalde. Yaşadığımız her yerde en yakın komşularımızdır onlar. Çayır tümseklerinde, toprak yarıklarında, ağaç kovuklarında, bazen evlerimizin köşe taşlarının dibinde yaparlar yuvalarını. İnsanı kıskandıracak kadar da çalışkandırlar. Bazen cüsselerinin birkaç katı büyüklükteki yükü sırtlarında yuvalarına taşırken onları izler, o olağanüstü çabalarına hayran kalırız. İçlerinde tek bir karınca yoktur ki tembel tembel otursun. Müthiş bir iş bölümü, kıskanılacak ortak, sosyal bir yaşam.

Bende herkes gibi karıncaların çok çalışkan olduklarını, güçlerini aşan şeyler yaptıklarını bilirdim ama şu son düşümü görünceye dek onların müthiş birer savaşçı olduklarını bilemezdim.

Az sabredin lütfen, düşüm daha bitmedi.

O Kılıksız bedevi, o Kartaca’lı Annibal(!), sırtına bindiği o hayvan azmanı fille saldırıyor ya karıncaların yuvalarına, siz gelin de görün o kızıl karıncaları. Fırlıyorlar yuvalarından, o ufacık cüsseleriyle birer ateş topuna dönüyorlar her biri. Alttan dalıyorlar, arkadan saldırıyorlar, önden giriyorlar... Öylesine kararlı, öylesine inatçılar ki, o ufacık cüsseleriyle, o hayvan azmanı fili sırtındaki bedeviyle birlikte sallayıp sallayıp savuracaklar sanki. En zayıf yerlerinden saldırıyorlar file. Gözlerinin kenarlarına, hortumunun içine, ağız kenarlarına, kulak içlerine, kıç deliğine girip girip saldırıyorlar. Girdikleri her yere küçük iğnelerini batırıyorlar. Hayvanın en müsait yerlerinde patlatıyorlar kendilerini. Onlar soktukça fil homurdanıyor, fil homurdandıkça onlar sokuyorlar iğnelerini. Sonra bedevinin paçalarından dalıyorlar içeri. Apış aralarına, karnına, koltuk altlarına, taşaklarına... Müsait buldukları her yere, her deliğe hücum ediyorlar. Bir bakıyorum bedevi kaşınıyor, fil homurdanıyor, çakallar ürküyor, tilkiler şaşkın, kurtların uluması bir başka. Durum devam ederse fil kendini bir çamur çukuruna atacak besbelli ama bedevi ne yapar bilmiyorum.

Kan ter içinde uyanıyorum. Saat epey geç olmuş. Gökyüzündeki kapkara bulutlar hafif aralanıyor. Yağmur mu yağacak ne? Güneş arada bir gösteriyor yüzünü. Birkaç dilim ekmek alıyorum elime. Koşup bir karınca yuvası bulmak için sabırsızlanıyorum. Karınca bu, her yerde var nasılsa. Hele de bahar. Newroz’la birlikte onlarda hücum eder bahara.

Buluyorum yuvalarını. Elimdeki ekmek dilimini ufalayıp serpiyorum aralarına. Her biri kocaman bir ekmek parçasını kapıp koşuyorlar yuvalarına. Keyifle izliyorum bir süre. Sonra eğilip içlerinden birini alıyorum avucuma. İncitmeden öpüp bırakıyorum aralarına.

Sonra İanna koyuyorum birinin adını, birinin Arin, birinin Sarya. Avesta baharı çağrıştırıyor bana. Newroz ateşleri yakılıyor Mezopotamya’nın doruklarında. Onları izlerken kendi kendime mırıldanıyorum.

"Hadi saçlarını savur rüzgâra
Hadi kardelen ol
Hadi aşkla ayağa kalk kızıl karınca
Hadi kalk zulme inat
Hadi bacaklarına kuvvet..."


Yurdeşen Tuna


Yorumlayın Paylaşın :)

Paylaşan: verified_user

0 Post a Comment: