27 Mart 2020

Bir Sanal Tüketim Olarak Sanat

Arapça bir sözcük olan sanat, bir işi güzel yapma anlamını veren “sun” kökünden türetilmiştir. Yapaylık ifade eden “sun”i sözcüğü de yine buradan gelir. İnsansal bir etkinliği karşılayan “sun” kimi yazarlarca tanrısal yaratma anlamında da kullanılmıştır. Elin, dilin, duygu ve düşüncenin birlikteliğiyle, insanın etkinlik alanına giren sanatın doğuşuyla ilgili muhtelif rivayetler olmakla birlikte, başlıca iki etken söz konusudur. İlk sav; ilkel toplulukların av öncesi yaptıkları dansların (oyunların) avcıya bir güç kazandırdığı varsayımına dayandırılarak, bu dansların giderek ritmik bir özellik kazanıp sanata dönüştüğüdür. Buna benzer ikinci sav, vahşi hayvanlara karşı insanların savunma amaçlı çeşitli sesler çıkararak, yırtıcı hayvanları korkutup kaçırdığı; bu seslerin daha sonra giderek bir düzen kazandığı ve müziğe evirildiği fikridir. İnsanların, hayvanları ve birbirlerini taklit etmelerinden tiyatro sanatının kökeninin oluşturulduğu tartışılagelmiştir.

Sanatın doğuşu, zaman olarak Üst Paleolitik çağa, yani yaklaşık 35.000 yıl öncesine dayanmaktadır. O dönemin ünlü mağara resimlerine bakıldığında, soyut işaretlerden oluşan geniş bir çeşitlilikle karşılaşırız; ancak geç dönem Paleolitik sanatındaki sembolizm yavaş yavaş neolitik (yaklaşık 10.000 yıl öncesi) tarımcıların çok daha stilize edilmiş tarzına dönüşerek katılaşmıştır. Dil, söylence, din ve sanat böylece sosyal yaşamın vazgeçilmez “politik” koşulu olarak ilerlemiş ve işbölümü öncesinde doğrudan yaşanan yaşamın yerini, sembolik biçimlerin yapay ortamı almıştır. İnsanlık bu noktadan itibaren artık gerçekle yüz yüze gelemeyecek ve tahakküm mantığı; oyunun, özgünlüğün ve zenginliğin üzerine kalın bir sis perdesi örtecekti. (Zerzan) Gens’e göre; çeşitli seküler sanat türlerinin ritüelden türemiş olduğu, kuşkuya hemen hemen hiç yer bırakmamaktadır. Sanat ve dil, aynı şekilde tatmin olmamış arzulardan doğmuştur” diyen La Barre bence de haklıdır. Önce dil olarak daha soyut, sonra ritüel ve sanat olarak daha amaçsal bir şekilde ortaya çıkan kültürün işlevi, manevi ve toplumsal kaygıları yapay bir tarzda gidermeye çalışmaktadır. Üst Paleolitik çağda muhtemelen ritüel ve büyünün etkisinde olan sanat, artan iş bölümüyle birlikte giderek toplum ve düzen için zorunlu bir ihtiyaç halini almıştır. Burada insanların düşünceli varlıklar olarak, ilk bir milyon yıl boyunca herhangi bir sanat yaratmadığını da – yapılan araştırmalar sonucu olarak- söyleyelim. İş bölümüne eşlik eden kültürel dönüşüm, sanatın da –içerik ve biçim olarak- dönüşmesine/evirilmesine neden olmuştur.

Günümüze gelindiğinde, hangi medya organına baksanız sayfalar dolusu bilgiyle karşılaşırsınız. Medya her günkü programında sergi, gösteri ya da yeni yayımlanan bir kitabın tanıtım ve değerlendirmesine yer verir. Artık her büyük kentte müze, akademi, konservatuar, tiyatro okulu, konser salonu, gösteri merkezi adı altında son derece büyük, göz alıcı binalar yapılıyor.

Bütün bunlar sanat için yapılıyor ve sanat çok önemli bir şeydir deniyor. İyi de, gerçekten de sanat mı acaba bütün bunlar ve sanat, uğruna bunca özveride bulunmaya değecek denli önemli bir şey mi? Bizim de bu denemede amaçladığımız asıl şey, bu soruya cevap aramaktan başka bir şey değil.

 “Bilinçli” bir sanat eğitiminin en korkuncu; iyi ve güzel olan her şeyi yapabilecek yetenekte, canlı, hayat dolu çocukların küçücük yaşlarından başlayarak ve günde sekiz, dokuz saat çalışarak, on beş yıl boyunca yapmak zorunda oldukları işlerdir; bu çocukların kimi kol ve bacaklarını döndürmek, kimi parmak uçlarında yürümek ya da bacağını başından yukarı kaldırmak; kimi solfej okumak, kimi zorlana zorlana şiir okumak, kimi büstlere ve çıplak doğaya bakarak resim yapmak, kimi belli bir dönemin kurallarına göre kompozisyon yazmak zorundadır ve insan onuruna yakışmayan – çoğu kez yetişkin olduktan sonra da sürdürdükleri- bu işler uğruna çocuklar fiziksel ve zihinsel bütün güçlerini harcar, yaşamın anlamını yitirirler. İyi de on yaşında çocuğun verdiği konser az mı yürek paralayıcıdır. Sonuçta, toplum içerisinde üst sınıfların eğlencesi olma rolünü üstlenen bu gençler, sanat diye ürettikleri “kerameti kendinden menkul değerlerin” esiridirler artık.

Uğruna onca özveride bulunmayı gereksinen, her türlü bale, sirk, opera, konser…vb. için pek çok insan çoğu kez köleliği andırır biçimde kahredici, alçaltıcı, zorunlu emeğini harcar. Kölelik düzeninin geçerli olduğu eski Yunan ya da Roma’daki –hatta geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında bile pek çok ülke sanatçıları, kendi keyifleri için köle çalıştırmayı olağan bulur ve gönül rahatlığıyla çalıştırırlardı. Etik kaygılardan uzak böylesine bir sanat anlayışı, doğrusu tartışmaya değer.

Bu bakımdan, içinde sanat yapıtının doğduğu ve destek gördüğü bir toplumda; sanat diye ortaya çıkan, bu savı taşıyan her şeyin gerçekten sanat yapıtı olup olmadığını, eğer böyleyse gerçekten iyi olup olmadığını ve onun uğruna yapılması istenen fedakarlıklara değip değmediğini bilmek gerekir. Her vicdan sahibi sanatçının; yapıp ettiği şeylerin, mensubu olduğu küçük bir çevrenin geçici bir gönül akışı ya da kendisinin yapılanların iyi şeyler olduğundan emin olması için, bütün bunları kesinlikle bilmesi gerekir. O yüzden de bu sorulara yanıtların önemi büyüktür günümüzde. (Tolstoy)

Neyin nesidir şu sanat; insanlık için onca önemli, hatta zorunlu görülen, uğruna onca özveride bulunulan; onca emeğe, onca insan yaşamına, onca servete mal olan şey? “Sanat”, güzeli ortaya çıkaran etkinliktir”, der ortalama insan. Beş duyumuzdan doğan beş sanat. Beş duyumuzla algıladığımız şeylerin estetik olarak işlenmesidir, kimine göre. O halde güzel nedir sorusu önem kazanmakta… Ortalama insanın, sanatın içeriğini oluşturur dediği güzel. “Güzel” sözcüğünün ne anlama geldiği, yüz elli yıldır binlerce düşünürün, on binlerce sayfa yazıda öne sürdükleri onca görüşe karşın hala bilinmezliğini koruyor. Bu konuda ne kadar fikir yürüten varsa, o kadar da “güzel” tanımının olduğunu söyleyebiliriz.

Güzelin ortaya çıkışıyla ilgili olarak ise, Baumgarten güzelin en üst düzeyde gerçekleştiği yer olarak doğayı görür; o bakımdan da Baumgarten’e göre sanatın en büyük görevi doğayı taklit etmektir.  Kant ise güzelin, nesnenin bir durumu değil, öznenin bir özelliği olduğunu söyler.

Uğruna milyonlarca insanın emeğinin, hatta yaşamının, ahlakının feda edildiği sanatın ne olduğu sorusuna estetikçilerden aldığımız yanıt; ‘sanatın amacı güzelliktir, güzelliği ise onda duyduğumuz hazda algılarız, sanattan haz duymak iyi ve önemli bir şeydir’ e indirgenebilecek bir yanıttır.

Aslında sanatsal etkinlik, esas olarak insanların “duygularını başkalarına bulaştırma” yeteneği diyebileceğimiz faaliyete dayanır. Yani yaratıcının duygusu izleyiciye/dinleyiciye geçtiği anda sanatla karşı karşıyayız demektir. Aynı duygunun başkalarına da bulaştırılması iyi bir şey midir, ayrıca tartışılır. “Sanat nasıl olursa olsun iyi bir şeydir, insana haz verir”, şeklindeki bugünkü yaygın anlayışın tersi düşünceye sahip olanlar; sanatın, tam tersine, “hiç istenmemesine karşın insana bulaşabilen son derece tehlikeli bir şey olduğunu, sanat denen şeyin hayatımızdan sökülüp atılmasının vereceği kaybın, sanata izin vermenin yaratacağı kayıptan çok daha az olacağını” savunmaktadırlar. Ancak; bu konudaki genel yaklaşıma göre, bir insan, bir duygu duyar, yazarın içinde bulunduğu ruh hali ona da geçerse ve yazarla bu kaynaşmanın, bütünleşmenin başka insanlar için de söz konusu olduğunu duyumsarsa, bu durumu yaratan şey sanattır; bu geçiş yoksa, yazarla ve söz konusu yapıtı benimseyen, algılayan öbür insanlarla karışıp kaynaşma ve bütünleşme yoksa, sanat da yoktur.  Örneğin Hitler, iflah olmaz bir Wagner hayranıdır, şimdi biz bu yapıtı nasıl adlandıracağız. Bir kitle katliamcısının evinde dünyanın en güzel tabloları bulunabilir; Hitler gibi ince bir müzik zevkine sahip olabilir. O halde biz bu duygu geçişini nasıl açıklayacağız? Bu “yüce” ve ulaşılması zor sanat faaliyetinin nasıl bir motivasyon sağladığı, bugüne kadar “gecenin on ikisi kadar karanlıkta olan” bir konudur. Bu duygu geçişi o kadar güçlü olmuştur ki, yıkımı benzersizdir. Tabi ki Wagner dinleyen herkesin katliamcı olacağını söylemiyoruz, ama muhtemelen her katliamcının evinde “üstün sanat” eserlerinden birkaç örnek vardır. Sadece bu örnek bile sanatın öyle yüce bir uğraş olmadığını kanıtlamaya yeter de artar bile. Zira sanatın her zaman insanları iyiye/hakikate doğru yönlendiremediği yukarıdaki örnekten de anlaşılmaktadır.

İnsanlar bu günkü sanat anlayışına; binlerce yıl süren, daha aşağı, daha özel ve daha belirsiz bir hayat anlayışından; daha yüce, daha genel ve daha belirgin bir hayat anlayışına doğru dur durak bilmeyen bir hareket halinde ulaşmıştır. Kuşkusuz bir dönem din, sanat anlayışını belirgin biçimde yönlendirmiştir. Öyle ki Tolstoy, “insanların duyguları, dince gösterilen ideale ne kadar uzak, onunla uyum içinde değil, çelişik ise, kötü duygulardır” diyerek, sanatın dinden kopmaması gerektiğine işaret etmiştir. Tabi ki bu anlayışın marjinal bir kesimin dışında bugün artık pek taraftarı yoktur.

Gerçekte, eskilerin sanat deyince anladıkları şey bugünün insanının anladığı şeye hiç benzemiyor. Gerçi bugünün insanının da sanat anlayışı birbirinden çok farklı. Varlıklı sınıftan birine haz veren şey bir işçi için hiçbir anlam taşımaz, onda hiçbir duygu uyandırmaz ya da varlıklı, bohem, “doygun” insanda yarattığı duyguların tam tersi duygu uyandırır. Günümüz sanatının içeriğini oluşturan onur, yurtseverlik, aşk gibi duygular bir liberalde yalnızca şaşkınlık, küçük görme ya da öfke gibi duygular uyandırır.

Sanat eğer bütün halkın olmazsa, iki olasılık söz konusu demektir: Ya sanat öne sürüldüğü gibi önemli bir iş değildir ya da bizim sanat olarak adlandırdığımız sanat önemli bir iş değildir. İnançsız (dinsel olarak) ve ayrıcalıklı bir yaşam sürmelerinden dolayı varlıklı sınıfların sanatı içerik olarak yoksullaştıkça yoksullaştı ve gitgide kibarlığa, şöhrete, yaşamdan duyulan iç sıkıntısına ve en önemlisi cinsel tutkuya indirgendi( Tolstoy).

Kapitalizm ile birlikte metalaşan emek, alınıp satılan bir mal haline getirilirken, toplumsal bilinçlenmenin diğer formlarından farklı bir özellik taşıyan ve toplumsal emekten yaratılan sanat da metalaştı. Onun faydalı bir şey olmasından yola çıkılarak, fabrikasyon bir biçimde üretilen sanat ürünleri de giderek bir içerik boşalmasına ve biçim farklılaşmasına maruz kaldı. “Oysa faydalı olması onun çok üretilmesi anlamına gelmez. İnsan vücudu için vitamin faydalıdır; ama gerekenden fazla alındığında, insana zarar verir. Toplumsal üretimde de bu böyle”. (Demir 2003)

Aslında sanatın, farklı toplumsal kesimler tarafından farklı farklı algılanması, onun ideolojik bir öze sahip olduğunun bir göstergesidir. “İdeoloji; sözde düşünürün, herhalde bilinçli olarak, ama yanlış bir bilinçlenmeyle gerçekleştirdiği bir süreçtir. Onu harekete geçiren gerçek güçler, kendisi için meçhuldür; öyle olmasaydı ideolojik süreç olmazdı…” (O. Hançerlioğlu) Oysa çok iyi biliyoruz ki sanatçı, toplumsal pratik içinde edindiklerini yapıta taşır ve bununla da yapıta bir ideoloji yükler.

Bu bağlamda sanat, toplumsal pratik içinde şekillenirken; sanatçı, ilişkide bulunduğu ideolojik etkileri yapıt aracılığıyla tüketiciye yansıtır. Her türlü düşünce biçimlerinin tümünü kapsayan ideoloji, burada sanat aracılığıyla kitleye açılır. Sanatı ideolojiden kopuk düşünenler de aynı yanılgı içindedirler. Sanat ideolojisiz olamaz ve sınıflar var olduğu sürece, sanat ideolojiden kopuk düşünülemez. Çünkü sanatçı durduğu noktada düşünmeye başlar; yani içinden geçtiği ideolojik formasyonla biçimlenir ve yapıtını bunun üzerine kurar (Demir). İdeolojinin, gerçeğin yüzündeki maske olduğunu anladığımızda ise durumun vahameti daha da aydınlanır.

Sanatın günümüzde ideolojiye bulaşması nedeniyledir ki, başlıca işlevi, duyguları nesneleştirmek ve böylece kişinin motivasyonlarını ve kimliğini bir sembole ya da metafora dönüştürmektir. Bu bağlamda her türlü sanat, tıpkı sembolleşme gibi, başka bir şey için yaratılmış olan temsile vekalet etmeye dayanmaktadır; bu yüzden, sanat özü itibarıyla ideoloji gibi, bir tahrifattır. Bize nasıl hissetmemiz gerektiğini belleten temsille, sembolik tanımları ‘insan deneyimlerinin niteliğini zenginleştirme’ kisvesi altında kabul ediyor ve ruhsal sağlığımız için, ritüel ve söylence gibi kamusal duygu durumlarına ihtiyaç duyacak biçimde eğitiliyoruz (Zerzan). Peki tüm bunlara rağmen, kişi neden hala sanata olumlu bir şekilde yaklaşır? Çünkü doğa ve yaşam ile olan ilişkimiz öylesine güdükleşip, yerel olanı öylesine dışlamıştır ki; sanat, telafi edici ve palyatif (yetersiz/geçici) bir güç olarak kabul edilmektedir. Düşünür Motherland şöyle demiştir: “Kişi kendi gerçek yaşantısına katamadığı şeyi sanata katar”. O nedenle sanatın “tatmin edilmemiş arzuların ürünü” olduğunu söyleyebiliriz. Nietzsche, daha da ileri giderek: “Gerçeğin bizi çürütmemesi için sanat icra ediyoruz.” demiştir. Ancak tahakkümüne maruz kaldığımız çürüme bugün sanat aracılığıyla da yapılmaktadır. Zira sanat bugün bir kültür endüstrisi ürünüdür.

Aslında bir tür hipnotizma olgusu da diyebileceğimiz sanat, doğası gereği insanları birleştirme özelliğine sahiptir. Her sanat, sanatçının aktardığı duyguyu alan insanların ruhunu birbirine bağlar. O artık adeta tanrısal bir gücün göstergesi olarak, ürettiği ayrıcalığın ve farklılığın meşruluğunun hizmetindedir. Ulusal marşları, kahramanlık destanları ve anıtlarıyla yurtsever sanat böyledir; ikonaları, heykelleri, tören yürüyüşleriyle askerlik sanatı da böyledir; yalnızca varlıklı kesimlere ait, hiçbir iş yapmayıp başkalarını ezenlerin algılayabildiği şu “zarif” sanat – aslında sefahat sanatı- da böyledir.

Günümüzde ilerlemenin göstergelerinden biri sanayileşme ise, diğeri de sanattır. Daha doğrusu, değerlerin varlığı eğer maddi bir karşılığa tekabül ediyorsa iyidir. O değerin oluşum sürecinde geçirdiği evreler hiç önemli değildir; önemli olan sonuçtur! Böyle bir oluşum sürecinin sonunda oluşan sanat eserinin yüce bir tarafı olabilir mi?

Örneğin, dünyanın yedi harikasını ele alalım; “tamamı insanoğlu tarafından inşa edilmiş, olağanüstü antik yapı ve sanat eserleridir”. Peki, olağanüstü sanat eseri olarak takdim edilen bu yapıların inşasında kaç yüz bin kölenin yaşamını yitirdiğini ve bir o kadarının da sakat kaldığını bilebilir miyiz? Bir yapıtı tartışırken etik kuralları göz ardı edebilir miyiz? Yoksa onun yüceliğinden söz etmek biraz komik kaçmaz mı? Sadece bir kralın gücünün göstergesi adına değer mi bütün bunlar? Bu soruları daha da arttırabiliriz…Bizim anlayışımıza göre yüce olan herhangi bir şey herhangi bir güce, ayrıcalığa, iktidara hizmet etmemelidir.

Eğer yeryüzünde harikalar arıyorsak, onların omurgalarını- özgürlükçü bir sanat anlayışı olarak- gülmek, duymak, dokunmak, tatmak, hissetmek, görmek ve sevmekte aramak gerekir.

İnsan soyunun bir geleceği olacaksa, gerçekten bir gelecek olacaksa onun sanatının, günümüz sanatından bir farkı olacaktır. Kesinlikle bugünkü sanatın devamı olmayacaktır, üst sınıfın sanatıyla hiçbir ortak yanı olmayan bambaşka ve yepyeni temeller üzerinde yükselecektir. Sanat yapıtı olarak üretilen işlerin maddi karşılığı olmayacaktır. Dokunarak hissetmenin verdiği hazzı hangi sanat dalı verebilir ki? Etik-estetik bir ilişki üretmek, bugünün sanatından daha az mı sanatsaldır? O nedenle; geleceğin sanatının içeriği ve biçimi bugünün sanatının içeriğine hiç mi hiç benzemeyecektir. Bunun nasıl gerçekleşeceğini bugünden net bir biçimde söyleyemeyiz…Zaten söylemeyelim, bırakalım onu da gelecek kuşaklar söylesin…Sanatın o başlangıçtaki savunma aracı işlevi görmesinden, bugünkü ayrıcalık, prestij, güç ve iktidarın bir aracı durumuna gelmesi de gösteriyor ki, geleceğin kuşaklarının sanata yaklaşımı bizim bugünden öngöremeyeceğimiz biçimde farklı olacaktır. Ancak kendimize şöyle bir marj tanıma lüksünde bulunabilirsek diyebiliriz ki; o günün/geleceğin sanatı, sanat olarak değer kazanmak istiyorsa kesinlikle, güç/iktidar ile irtibatını en aza indirmek durumundadır.

Bu yazının pek çok eksiği olduğuna hiç kuşku yok; ancak toplumumuzun sanatta izlemekte olduğu yanlış yolu, neden böyle yanlış bir yola girmiş bulunduğumuzu ve sanatın asıl amacının ne olduğunu imleyen düşünsel bir durum oluşturma çabamız, umarım amacına ulaşır…

Ali Rıza Gelirli
Yorumlayın Paylaşın :)

Paylaşan: verified_user

0 Post a Comment: