Kış ağır gelirdi. Damların saçaklarından buzlar sarkardı. Sokaklarda kedi köpek göremezdiniz; sığındıkları yerden pek çıkmazlardı. Aç kalan serçeler neredeyse yarım metreye yaklaşan yerlerdeki karların üzerinde telaşlı hareketlerle yiyecek bulma umuduyla çırpınırlardı.
Mert böylesi havalarda, odalarında yanan kömür sobasının yanından ayrılmaz, ders çalışır, kitap okur ve masanın başköşesinde mağrurca duran radyodan yurttan sesler programını dinlerdi. Ama her gün böyle geçmezdi. Öncelikle okula gidip gelirken elleri ayakları yüzü ve burnu soğuktan donardı. Sevmez değil, nefret ederdi soğuktan.
Sobayı tutuşturmak için her zaman çıra olmazdı; bu nedenle de annesinin, boğazına ip bağladığı iki buçuk litrelik şişeyle Adil bakkala gider, gaz alırdı. Evde gaz bitince annesi sinirli olurdu; çünkü her zaman gaz alacak paraları olmazdı. Annesinin kızgınlığı, kendisini ve küçük kardeşlerini ısıtamama kaygısındandı. Mert nasıl olduğunu pek anlayamazdı ama annesi ne yapar eder, iki buçuk litre gaz parasını bulup buluştururdu.
Yine gaz yoktu, annesi yine birkaç lira buluşturmuştu ve yine Mert’in, şişenin ipini bileğine takarak gaz almaya gitmesi gerekiyordu. Ayakları yüzü ve burnu yine donacaktı soğuktan.
İlkokul ikinci sınıftaydı Mert ama boyu ve kilosu arkadaşlarından belirgin şekilde az ve kısaydı. Çelimsizdi; küçükken geçirdiği bir rahatsızlık nedeniyle bedeni normal gelişim seyri izleyememişti. Okulda olsun mahallede olsun, bu özelliğinden dolayı mahallenin çocukları oyunlara pek dahil etmezlerdi. Mert de oynamaktan ziyade, izlemeyi yeğlerdi. Çünkü bazı arkadaşları oyun sırasında, kaza süsü vererek kasten çarparlar ve yere düşürürlerdi. Bunu fark ettiğinden beri top oyununa dahil olmazdı. Bir tek topa değil ki, dokuztaş, uzun eşek, yakar top, cıncık (misket) aşık oyunlarına da katılmaz, izlemekle yetinirdi.
Arkadaşlarının bu dışlayıcı tavrını çok da önemsemezdi ama, fırsat buldukça, kendiliğinden gelişmemişse fırsat yaratarak kendini hırpalamalarını, hatta dövmelerini hazmedemezdi. Böylesi tatsız olaylardan sonra bir süre uzak durur, dövmelerinden korksa da yine yanaşırdı onlara. Ama bir değil beş değil, bıkmıştı. Yalnızca canı değil, ruhu da acıyordu bu kavgalarda. Korkusunu zayıf, çelimsiz olmasına bağlasa da gururunu rencide eden duygudan rahatsız olurdu. Birkaç kez annesi görmüştü Mert’i döverlerken ve gidip çocukların annelerine çatmıştı.
Mert, babasının duymasından kaygılanıyordu; duyarsa büyük kavga çıkar, kötü şeyler olurdu. Bir defasında evlerinin önünde kavgaya tutuşan babasının burnundan sızan kanı görünce, yüreğinden, duygularından bir şeyler kopup gitmiş, kahrolmuştu. Bu yüzden yalvarır,
“Anne, babama söyleme n’oolursun!” derdi.
En büyük belalısı Eren ile Yusuf’tu. En çok onlar hırpalar veya döverlerdi. Aslında mülayim bir çocuk olan Haydar -ki, yaşına göre oldukça iri yapılıydı- da diğerlerinden pek geri kalmazdı.
Bir gün yine Adil bakkaldan gaz almış geliyordu. Evlerine on beş yirmi metre kalmıştı ki, bu defa, Şaban’ın kardeşi Sebahattin çıkmıştı karşısına. Durduk yere çatmış, hırpalamaya başlamıştı. Yerler kaygandı ve Mert soğuktan kaskatı kesilmiş, zaten ayakta zor duruyordu. Bir iki itişmeden sonra Mert karlarım üzerine devrilmişti. Bir yeri acımamıştı ama şişeden karların üzerine akanın gaz değil de yarasından akan kanı gibiydi. Belki de gaz yağı alacak başka paraları yoktu; belki de sobayı yakamayacaklar ve soğuktan titreyeceklerdi, belki de annesi kendisini suçlayacak azarlayacaktı. Şişedeki gazın bir kısmı da böğrüne döküldü. Elbisesinin yıkanması gerekliydi ve bu da bir sorundu.
Sebahattin’e gücünün yetmesi mümkün değildi. Ama yine de hışımla saldırdı, bir yerlerine birkaç yumruk attı. Burnunda şiddetli bir acı hisseti ve yeniden karların üzerine yuvarlandı. Gömleğinin yakasından içine dolan karlar içini titretti. Sabahattin zafer kazanmış edayla uzaklaşırken Mert boş şişeyi eline aldı ve ağlayarak evin yolunu tuttu, kendini dövmelerinden sonra neler hissettiklerini merak etti. Hiç mi acımazdı bunları içi! Yaptıklarından utanmazlar mıydı?
Mert yanılmıştı; annesi onu suçlamadı, azarlamadı. Sönmeye yüz tutmuş sobanın yanında gazlı elbiselerini çıkardı, başka elbiseler giydirdi. Annesi gidip durumu Sabahattin’in annesine anlattığında:
“Bunda büyütülecek ne var anam, çocuk onlar, bir dövüşürler bir barışırlar” demişti duyarsızca ve fütursuzca. Annesinin:
“Senin beygir kadar çocuğunla benim el kadar çocuğum bir mi; hiç mi vicdan terbiyesi vermediniz!” demesinin bir değeri yoktu. Kadının yüzündeki ifadeye bakılırsa, oğlunun ‘yiğit’liğinden haz duyduğu okunabilirdi.
Kış bitmiş bahar gelmişti. Mayıs ayının sonlarıydı. Meyan köküne biyam derlerdi. Eren, Yusuf, Selahattin ve Haydar, Mert’e:
“Biz mezarlığın arkasındaki tarlalara, biyam ve fiğ toplamaya gidiyoruz, gelsene” demişlerdi.
Mert, bir yandan gitmek istiyor, bir yandan da kendisini mahallenin dışına, kimsenin olmadığı yere götürerek dövmelerinden korkuyor, onlara güvenmiyordu. Yine de,
“Gelirim ama size güvenmiyorum. Sırf gücünüz yettiği için beni dövüyorsunuz” demişti. Ötekiler yemin-billah, dövmeyeceklerinin güvencesini verdiler. Fötrlünün oğlu Haydar,
“Korkma lan, ben varım seni dövdürmem,” demişti.
Çok da ikna olmamıştı ama, katıldı onlara, yürüdüler, on beş yirmi dakikada mezarlığın arkasındaki tarlalara geldiler. Ellerindeki değnekle toprağı kazıyor, biyamları söküyorlardı. Mert de buldu birkaç biyam; diğerlerininki parmak kalınlığındayken, onunkiler kalem gibi incecikti. Olsun. Tat aynı tattı nasılsa. Çocukların hepsi gibi Mert de ceplerini ve gömleğinin içini fiğle doldurdu ve mahalleye dönmek için yürüdüler. Az biraz gelmişlerdi ki Eren, sesine tehditkâr tını vererek,
“Eee, Mert Efendi, ver bakalım topladığın o biyamlarla fiğleri!” dedi.
“Niye verecekmişim ki, onları ben topladım!” dedi Mert.
Onların niyetlerini anlayınca zaman kaybetmeden olanca gücüyle mahalleye doğru kaçmaya başladı. O kaçtıkça diğerleri arkasından taş atıyorlar, gelen taşlar kafasının üstünden kulağının dibinden geçip gidiyordu. Bir tanesi omuzuna geldi ve hayli acıttı.
“Yetti lan artık! Ben bunun acısını sizden çıkarmazsam bana da Mert demesinler!” dedi içinden.
Birkaç gün sonra mahallenin çeşmesinden su içerken Fötrlünün oğlu Haydar geldi, çok da huyu olmamasına rağmen Mert’e sataştı, iteleyerek kıç üstü yere oturttu. Dem bu demdi; yerden aldığı taşla olanca gücüyle,
“Yeter laaannnn!” diye haykırarak Haydar’ın kaşının üzerine vurdu. Haydar, “Oy anammmm!” diyerek yere yığıldı.
Çeşmedeki kadınlar bağırış çağırış arasında Haydar’ı yerden kaldırıp akan kanı durdurmaya çalışırlarken, Mert kenara çekilip olanları izlemeye başladı. Kim haber verdiyse Haydar’ın annesi Makbule, panik içinde geldi. Yalnızca kaşının üzeninin kanadığını, vahim bir durum olmadığını görünce,
“Kim yaptı bunu?” diye sordu.
“Fuat’ın oğlu,” dediler.
İşlerin kötüye gittiğini gören Mert kaçarak evlerine gitti.
Bu taş meselesi çok iyiydi. Sataşan olursa Haydar’a yaptığını onlara da yapacaktı.
Günler sonra evlerinin önündeyken kendisine kötülük eden mahallenin çocukları geldiler ve top oynayacaklarını, isterse kendisinin de oynayabileceğini söylediler. Ortada top falan yoktu. Mert,
“Yalan söylüyorsunuz. Güya beni buradan uzaklaştırıp döveceksiniz. Gelmiyorum,” deyince,
“Bırakın şu korkağı be!” diyerek tahrik etmeye çalıştı Yusuf.
Oysa Mert, Haydar olayından sonra özgüvenini bulmuştu. Artık cebinde sürekli taş taşıyordu. Konuşurken sesinde korkunun belirtisi yoktu.
“Kör Yusuf, kaşınma, seni de Haydar’a benzetirim, haberin olsun,” dedi.
Mert’in böyle korkusuzca konuşmasına şaşırdılar. Bir şey yapacağına ihtimal vermeyen Yusuf Mert’in üzerine yürüdü. Yanına yaklaştığında cebinden çıkardığı taşı, tıpkı Haydar’a vurduğu gibi Yusuf’a da vurdu.
Yusuf ağlayarak yere kapaklandı. Mert hepsinin birden saldırabileceğini düşünerek bahçelerine kaçtı.
Kafası fındık gibi şişen Yusuf,
“Kaçmasana lan korkak,” dedi dedi gözyaşları arasında.
“Sizden korkmuyorum ama kavga etmek de istemiyorum.”
“Delikanlı adam kaçmaz,” dedi Eren.
“Delikanlı olanlar sürüler gibi dolaşıp gücünün yettiğine saldırmaz,” diye karşılık verdi Mert ve “Bundan sonra kim sataşırsa sonu bu olacak,” dedi keyifle.
O günden sonra sataşan olmadı. Bir süre sonra da babası evlerini sattı ve başka mahalleye taşındılar.
Odur budur, ne zaman korkuyla yüz yüze gelse olsa eli cebine gider, taş var mı diye yoklardı.
Raif Zor
Mert böylesi havalarda, odalarında yanan kömür sobasının yanından ayrılmaz, ders çalışır, kitap okur ve masanın başköşesinde mağrurca duran radyodan yurttan sesler programını dinlerdi. Ama her gün böyle geçmezdi. Öncelikle okula gidip gelirken elleri ayakları yüzü ve burnu soğuktan donardı. Sevmez değil, nefret ederdi soğuktan.
Sobayı tutuşturmak için her zaman çıra olmazdı; bu nedenle de annesinin, boğazına ip bağladığı iki buçuk litrelik şişeyle Adil bakkala gider, gaz alırdı. Evde gaz bitince annesi sinirli olurdu; çünkü her zaman gaz alacak paraları olmazdı. Annesinin kızgınlığı, kendisini ve küçük kardeşlerini ısıtamama kaygısındandı. Mert nasıl olduğunu pek anlayamazdı ama annesi ne yapar eder, iki buçuk litre gaz parasını bulup buluştururdu.
Yine gaz yoktu, annesi yine birkaç lira buluşturmuştu ve yine Mert’in, şişenin ipini bileğine takarak gaz almaya gitmesi gerekiyordu. Ayakları yüzü ve burnu yine donacaktı soğuktan.
İlkokul ikinci sınıftaydı Mert ama boyu ve kilosu arkadaşlarından belirgin şekilde az ve kısaydı. Çelimsizdi; küçükken geçirdiği bir rahatsızlık nedeniyle bedeni normal gelişim seyri izleyememişti. Okulda olsun mahallede olsun, bu özelliğinden dolayı mahallenin çocukları oyunlara pek dahil etmezlerdi. Mert de oynamaktan ziyade, izlemeyi yeğlerdi. Çünkü bazı arkadaşları oyun sırasında, kaza süsü vererek kasten çarparlar ve yere düşürürlerdi. Bunu fark ettiğinden beri top oyununa dahil olmazdı. Bir tek topa değil ki, dokuztaş, uzun eşek, yakar top, cıncık (misket) aşık oyunlarına da katılmaz, izlemekle yetinirdi.
Arkadaşlarının bu dışlayıcı tavrını çok da önemsemezdi ama, fırsat buldukça, kendiliğinden gelişmemişse fırsat yaratarak kendini hırpalamalarını, hatta dövmelerini hazmedemezdi. Böylesi tatsız olaylardan sonra bir süre uzak durur, dövmelerinden korksa da yine yanaşırdı onlara. Ama bir değil beş değil, bıkmıştı. Yalnızca canı değil, ruhu da acıyordu bu kavgalarda. Korkusunu zayıf, çelimsiz olmasına bağlasa da gururunu rencide eden duygudan rahatsız olurdu. Birkaç kez annesi görmüştü Mert’i döverlerken ve gidip çocukların annelerine çatmıştı.
Mert, babasının duymasından kaygılanıyordu; duyarsa büyük kavga çıkar, kötü şeyler olurdu. Bir defasında evlerinin önünde kavgaya tutuşan babasının burnundan sızan kanı görünce, yüreğinden, duygularından bir şeyler kopup gitmiş, kahrolmuştu. Bu yüzden yalvarır,
“Anne, babama söyleme n’oolursun!” derdi.
En büyük belalısı Eren ile Yusuf’tu. En çok onlar hırpalar veya döverlerdi. Aslında mülayim bir çocuk olan Haydar -ki, yaşına göre oldukça iri yapılıydı- da diğerlerinden pek geri kalmazdı.
Bir gün yine Adil bakkaldan gaz almış geliyordu. Evlerine on beş yirmi metre kalmıştı ki, bu defa, Şaban’ın kardeşi Sebahattin çıkmıştı karşısına. Durduk yere çatmış, hırpalamaya başlamıştı. Yerler kaygandı ve Mert soğuktan kaskatı kesilmiş, zaten ayakta zor duruyordu. Bir iki itişmeden sonra Mert karlarım üzerine devrilmişti. Bir yeri acımamıştı ama şişeden karların üzerine akanın gaz değil de yarasından akan kanı gibiydi. Belki de gaz yağı alacak başka paraları yoktu; belki de sobayı yakamayacaklar ve soğuktan titreyeceklerdi, belki de annesi kendisini suçlayacak azarlayacaktı. Şişedeki gazın bir kısmı da böğrüne döküldü. Elbisesinin yıkanması gerekliydi ve bu da bir sorundu.
Sebahattin’e gücünün yetmesi mümkün değildi. Ama yine de hışımla saldırdı, bir yerlerine birkaç yumruk attı. Burnunda şiddetli bir acı hisseti ve yeniden karların üzerine yuvarlandı. Gömleğinin yakasından içine dolan karlar içini titretti. Sabahattin zafer kazanmış edayla uzaklaşırken Mert boş şişeyi eline aldı ve ağlayarak evin yolunu tuttu, kendini dövmelerinden sonra neler hissettiklerini merak etti. Hiç mi acımazdı bunları içi! Yaptıklarından utanmazlar mıydı?
Mert yanılmıştı; annesi onu suçlamadı, azarlamadı. Sönmeye yüz tutmuş sobanın yanında gazlı elbiselerini çıkardı, başka elbiseler giydirdi. Annesi gidip durumu Sabahattin’in annesine anlattığında:
“Bunda büyütülecek ne var anam, çocuk onlar, bir dövüşürler bir barışırlar” demişti duyarsızca ve fütursuzca. Annesinin:
“Senin beygir kadar çocuğunla benim el kadar çocuğum bir mi; hiç mi vicdan terbiyesi vermediniz!” demesinin bir değeri yoktu. Kadının yüzündeki ifadeye bakılırsa, oğlunun ‘yiğit’liğinden haz duyduğu okunabilirdi.
Kış bitmiş bahar gelmişti. Mayıs ayının sonlarıydı. Meyan köküne biyam derlerdi. Eren, Yusuf, Selahattin ve Haydar, Mert’e:
“Biz mezarlığın arkasındaki tarlalara, biyam ve fiğ toplamaya gidiyoruz, gelsene” demişlerdi.
Mert, bir yandan gitmek istiyor, bir yandan da kendisini mahallenin dışına, kimsenin olmadığı yere götürerek dövmelerinden korkuyor, onlara güvenmiyordu. Yine de,
“Gelirim ama size güvenmiyorum. Sırf gücünüz yettiği için beni dövüyorsunuz” demişti. Ötekiler yemin-billah, dövmeyeceklerinin güvencesini verdiler. Fötrlünün oğlu Haydar,
“Korkma lan, ben varım seni dövdürmem,” demişti.
Çok da ikna olmamıştı ama, katıldı onlara, yürüdüler, on beş yirmi dakikada mezarlığın arkasındaki tarlalara geldiler. Ellerindeki değnekle toprağı kazıyor, biyamları söküyorlardı. Mert de buldu birkaç biyam; diğerlerininki parmak kalınlığındayken, onunkiler kalem gibi incecikti. Olsun. Tat aynı tattı nasılsa. Çocukların hepsi gibi Mert de ceplerini ve gömleğinin içini fiğle doldurdu ve mahalleye dönmek için yürüdüler. Az biraz gelmişlerdi ki Eren, sesine tehditkâr tını vererek,
“Eee, Mert Efendi, ver bakalım topladığın o biyamlarla fiğleri!” dedi.
“Niye verecekmişim ki, onları ben topladım!” dedi Mert.
Onların niyetlerini anlayınca zaman kaybetmeden olanca gücüyle mahalleye doğru kaçmaya başladı. O kaçtıkça diğerleri arkasından taş atıyorlar, gelen taşlar kafasının üstünden kulağının dibinden geçip gidiyordu. Bir tanesi omuzuna geldi ve hayli acıttı.
“Yetti lan artık! Ben bunun acısını sizden çıkarmazsam bana da Mert demesinler!” dedi içinden.
Birkaç gün sonra mahallenin çeşmesinden su içerken Fötrlünün oğlu Haydar geldi, çok da huyu olmamasına rağmen Mert’e sataştı, iteleyerek kıç üstü yere oturttu. Dem bu demdi; yerden aldığı taşla olanca gücüyle,
“Yeter laaannnn!” diye haykırarak Haydar’ın kaşının üzerine vurdu. Haydar, “Oy anammmm!” diyerek yere yığıldı.
Çeşmedeki kadınlar bağırış çağırış arasında Haydar’ı yerden kaldırıp akan kanı durdurmaya çalışırlarken, Mert kenara çekilip olanları izlemeye başladı. Kim haber verdiyse Haydar’ın annesi Makbule, panik içinde geldi. Yalnızca kaşının üzeninin kanadığını, vahim bir durum olmadığını görünce,
“Kim yaptı bunu?” diye sordu.
“Fuat’ın oğlu,” dediler.
İşlerin kötüye gittiğini gören Mert kaçarak evlerine gitti.
Bu taş meselesi çok iyiydi. Sataşan olursa Haydar’a yaptığını onlara da yapacaktı.
Günler sonra evlerinin önündeyken kendisine kötülük eden mahallenin çocukları geldiler ve top oynayacaklarını, isterse kendisinin de oynayabileceğini söylediler. Ortada top falan yoktu. Mert,
“Yalan söylüyorsunuz. Güya beni buradan uzaklaştırıp döveceksiniz. Gelmiyorum,” deyince,
“Bırakın şu korkağı be!” diyerek tahrik etmeye çalıştı Yusuf.
Oysa Mert, Haydar olayından sonra özgüvenini bulmuştu. Artık cebinde sürekli taş taşıyordu. Konuşurken sesinde korkunun belirtisi yoktu.
“Kör Yusuf, kaşınma, seni de Haydar’a benzetirim, haberin olsun,” dedi.
Mert’in böyle korkusuzca konuşmasına şaşırdılar. Bir şey yapacağına ihtimal vermeyen Yusuf Mert’in üzerine yürüdü. Yanına yaklaştığında cebinden çıkardığı taşı, tıpkı Haydar’a vurduğu gibi Yusuf’a da vurdu.
Yusuf ağlayarak yere kapaklandı. Mert hepsinin birden saldırabileceğini düşünerek bahçelerine kaçtı.
Kafası fındık gibi şişen Yusuf,
“Kaçmasana lan korkak,” dedi dedi gözyaşları arasında.
“Sizden korkmuyorum ama kavga etmek de istemiyorum.”
“Delikanlı adam kaçmaz,” dedi Eren.
“Delikanlı olanlar sürüler gibi dolaşıp gücünün yettiğine saldırmaz,” diye karşılık verdi Mert ve “Bundan sonra kim sataşırsa sonu bu olacak,” dedi keyifle.
O günden sonra sataşan olmadı. Bir süre sonra da babası evlerini sattı ve başka mahalleye taşındılar.
Odur budur, ne zaman korkuyla yüz yüze gelse olsa eli cebine gider, taş var mı diye yoklardı.
Raif Zor
0 Post a Comment: